Bugün ahmet benim,
ama dünkü Ahmet değil.
Bugün anka benim,
ama yemle beslenen kuşcağız değil.
Enelhak kadehiyle
bir yudum içen sızdı
Tanrılık şarabından.
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
ben, sultanların aradığı sultan.
Ben hâcetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.
Ben saf aynayım,
sırım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim,
Sinâ dağının gönlüyüm ben.
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum,
benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
can yemeği yerim,
içerim can şerbeti.
İşte sarttı seni
bir gümüş bedenlinin özlemi.
Altın haline geldin artık.
Sen altına âşıksın,
altın benim rengime âşık.
Gönlü saf sûfiyim ben,
benim tekkem âlem,
medresem dünya benim.
Değilim abalı sûfilerden.
İster yakarış eri ol sen,
meyhane eri istersen,
bundan sanki ne çıkar?
Yok cumartesiymiş, yok cumaymış,
bence ne farkı var?
Gerçeğin tadını alan er
ne altına aldırış eder,
ne kalendar tacına bakar.
Ne tasası vardır, ne kini.
Ey Tebriz’li hak Şems’i,
yüzünü göstermediysen sen,
yoksul çaresiz kalırdı kulun;
ne gönlü olurdu, ne dini.
Mevlana Celaleddin Rumi
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bu dizeleri, insan ruhunun derinliklerini keşfetmeye yönelik önemli ipuçları içerir. Her bir mısra, içsel yolculuğu, insanın ilahi hakikate ulaşma çabasını ve dünyevi kimliklerden sıyrılarak öz benliğine varma arzusunu ifade eder. Bu şiir, felsefi olarak insanın kim olduğunu, ne için yaşadığını, varoluşun ardındaki hakikati sorgulatan ve onu metaforik olarak bir Anka kuşuna, yani her gün yeniden doğan bir varlığa benzeten düşünceler sunar.
1. Dünyevi Benlikten Öze Dönüş: “Bugün Ahmet benim, ama dünkü Ahmet değil”
Mevlânâ’nın dizeleri, insanın sürekli bir dönüşüm ve değişim içinde olduğunu hatırlatır. Burada dile getirilen “bugünkü Ahmet, dünkü Ahmet değil” ifadesi, kimliğin sabit olmadığını, insanın her an yeniden şekillenen bir varlık olduğunu gösterir. Bu, bireyin dünyevi benlikten sıyrılarak manevi boyutta kendini yenilemesine bir gönderme olabilir. İslam tasavvufunda insan, sürekli değişim ve tekâmül halindedir. Bu değişim, insanın kendi nefsi ile mücadelesi sonucunda, ilahi hakikate ulaşma süreciyle doğrudan bağlantılıdır.
İnsan ruhunun bu dönüşüm süreci, varoluşun anlamını keşfetmek için sürekli olarak derinleşen bir yolculuktur. Kişi, dünyevi “ben”inden kurtularak, her gün kendini daha fazla arındırır ve öz benliğine, Allah’a daha yakın olur. Mevlânâ, bu yolculuğu bir Anka kuşuna benzetir. Anka, kendini yok ettikten sonra küllerinden yeniden doğan bir varlık olarak tasavvur edilir. İnsan da dünyevi hırsları, arzuları ve bencillikleri aşıp ilahi gerçeklikle yeniden doğar.
2. Sarhoşluk ve Aşk: “Enelhak kadehiyle bir yudum içen sızdı, Tanrılık şarabından. Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım”
Mevlânâ’nın şarap metaforu, tasavvufta sıkça karşılaşılan bir imgedir. Ancak bu şarap, dünyevi sarhoşluğun aksine ilahi aşkın ve hakikatin şarabıdır. Buradaki “sarhoşluk”, kişinin ilahi aşk ile mest olmasını ve dünyevi bilincini aşarak Allah ile bir olma halini ifade eder. “Enelhak kadehiyle bir yudum içen sızdı” ifadesi, Mansur Hallac’ın ünlü “Enelhak” (Ben Hakk’ım) sözünü hatırlatır. Hallac, bu sözle Allah ile insan arasında bir ayrım olmadığını, insanın ilahi hakikatin bir parçası olduğunu vurgulamıştı.
Bu noktada Mevlânâ, bir yudum içerek sızanlar ile kendisi arasında bir ayrım yapar. O, “şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım” diyerek, hakikatin ve aşkın şarabını içmiş, ancak hala ayık kalabilmiş bir bilgeyi tasvir eder. Bu, ilahi aşkın sarhoşluğuna teslim olmasına rağmen, o sarhoşluk içinde bile bilinçli kalabilen bir ruh halidir. Bu da ruhsal olgunluğun, İnsan-ı Kâmil olma yolundaki bir aşama olduğunu gösterir. İnsanın sarhoşluğunun, yalnızca dünyevi keyiflerden değil, ilahi hakikatin sarhoşluğundan kaynaklanması gerekir.
3. Merkez ve Kıble: “Ben hâcetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben”
Burada kıble, sadece fiziksel anlamda namaz kılarken yönelinen bir yer değil, insanın yöneldiği manevi bir merkezdir. Mevlânâ, “hâcetler kıblesi” ve “gönlün kıblesi” olduğunu ifade ederek, insanın kalbinin merkezinin Allah’a yönelmesi gerektiğini anlatır. İnsan, dünyevi arzuların ve ihtiyaçların ötesinde, hakikatin merkezine yönelmelidir.
“Ben cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben” dizeleri, Mevlânâ’nın evrensel bir sevgi anlayışını vurgular. O, sadece belirli bir topluluğa, dine ya da ritüellere bağlı kalmanın ötesinde, tüm insanlığı kucaklayan bir anlayışa sahiptir. Bu bakış açısı, Mevlânâ’nın her türlü ayrımı aşarak, insanı insan yapan değerlerin merkezine yerleştirdiği bir yaklaşımı gösterir. İnsan-ı Kâmil, sadece dinî ibadetlerle değil, insanlığa olan hizmetiyle de değerlidir.

4. İçsel Temizlik: “Ben saf aynayım, sırım dökülmemiş, paslanmamışım”
Bu dizede Mevlânâ, kendini saf bir aynaya benzetir. Aynalar, tasavvufî literatürde insanın hakikati yansıtan kalbini simgeler. Ancak bir aynanın hakikati yansıtabilmesi için temiz olması gerekir. Paslanmış ya da kirlenmiş bir ayna, gerçeği olduğu gibi yansıtamaz. Mevlânâ, “sırım dökülmemiş, paslanmamış” olduğunu söyleyerek, içsel temizliğini, yani kalbinin ve ruhunun saflığını ifade eder. Bu, kişinin nefsini arındırarak, ilahi hakikati yansıtabilmesi anlamına gelir.
Bu safiyet, ilahi aşk ve hikmetle dolu bir kalbe işaret eder. Nefsani arzuların, dünya sevgisinin ve kin duygusunun olmadığı bir kalp, Sinâ Dağı’nın (Hz. Musa’nın Allah ile konuştuğu dağ) gönlü gibi saf ve berraktır. Böyle bir gönül, ilahi ışığın yansıması olur. İnsan-ı Kâmil, bu saf aynayı koruyarak, hakikati olduğu gibi yansıtır.
5. Altın ve Sarhoşluk: “Sen altına âşıksın, altın benim rengime âşık”
Mevlânâ, dünyevi varlıklarla manevi hakikat arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde dile getirir. Burada altın, maddi zenginliklerin ve dünyevi arzuların bir simgesi olarak karşımıza çıkar. İnsanlar, maddi şeylere aşırı derecede bağlanarak, asıl hakikati görmezden gelebilir. Ancak Mevlânâ, altının kendi “rengine” âşık olduğunu belirterek, maddi değerlerin bile ilahi hakikatin ışığında anlam bulabileceğini ima eder.
Altın, parıltılı ve cazip bir maddedir, ancak asıl değeri insanın ona yüklediği anlamdadır. Mevlânâ, bu dünyaya maddi değerlerin ötesinde bir gözle bakmayı ve hakikatin gerçek altın olduğunu vurgular.
6. Sevgi, Şarap ve Yol Ayrımı: “Yok cumartesiymiş, yok cumaymış, bence ne farkı var?”
Mevlânâ, cumartesi ve cuma gibi dini sembolleri aşarak, evrensel bir anlayışı dile getirir. Bu, ritüellerin ötesinde bir hakikat arayışıdır. Hakikati arayan kişi için dini ritüellerin ve geleneklerin sınırları aşılır. Önemli olan, insanın kalbinde taşıdığı sevgi ve hakikatin peşinden gitmesidir.
Bu noktada Mevlânâ, insanı dışsal ibadetlerden çok, içsel bir farkındalığa davet eder. Onun için önemli olan, ritüellerin ne zaman ve nasıl yapıldığı değil, kalbin ne kadar saf ve Allah’a yönelmiş olduğudur. Bu, insanın manevi birliği ve ilahi hakikatle olan derin bağlantısını vurgular.
İlahi Hakikate Yolculuk
Mevlânâ’nın dizeleri, insanın dünyevi sınırlamalardan sıyrılarak ilahi hakikati bulma yolculuğunu anlatır. Bu yolculukta sevgi, merhamet, safiyet ve ilahi aşkla donanmış bir kalp gereklidir. İnsan-ı Kâmil, ne altına ne de dünya nimetlerine bağlı kalır; o, her gün kendini yeniden doğuran ve her gün daha da saflaşan bir varlıktır. Bu yolculuk, dünyevi arzuların ötesinde, gerçek sarhoşluğun ilahi aşk ve hakikatte olduğunu gösterir.
Mevlânâ’nın felsefesi, insanı dünyevi kimliklerden sıyrılarak özüyle buluşmaya çağırır. Bu çağrı, insanı kâmil olma yolunda bir rehber niteliğindedir ve insan ruhunun derinliklerine inerek, hakikatin yüceliğine işaret eder.